Wednesday, May 8, 2013


ŞİŞLİ BÜYÜKDERE CADDESİNİN KALDIRIMLARI...

Sayın Başkan

Cevahir AVM ile Garaj Sokak arasındaki kaldırımın yeniden düzenlenmesini rica ediyorum.

Lütfen saat 17 ile 21 arasında eşinizle birlikte Metrodan çıkıp Teknosa önünden herhangi bir otobüse binin.

Kaldırımdaki engeller saymakla bitmez. Metronun tam çıkışında çirkin bir kümbet engelini bir manevrayla aşınca 240cm genişliğindeki kaldırıma ulaşırsınız. Sağ tarafta binaların önündeki alanlar dikine yol kesicilerle dolu olduğundan daracık kaldırımda yürümeye mecbursunuz.

Ortaklar caddesine doğru engeller artar. Fındık satıcısın önünde kaldırımın eni 120 cm ye kadar düşer. İşinden çıkıp evine ulaşmaya çalışan yüzlerce insan o daracık kaldırımda ilerledikçe daha da sıkışır.
Sağ tarafta içeride sigara içilmesi yasak olduğundan dükkânlarından büyük çardakları olan 2 dev simitçi ve bir kafe sıkışıklığı arttırır, bunların önündeki piyangocu ve üç adet telefon trafo dolapları yer alır.

Aynı kaldırımın sol tarafında ise 20 metre içindeki 9 direğe ek olarak bir de kaldırıma dik konuşlandırılmış koca bir reklam panosu yer alır. Bütün bunları salimen atlatırsanız cadde kamerası direği ile trafik ışıkları direği arasına konuşlanmış bir seyyar simitçi olduğunu görürsünüz.

Şimdi Ortaklar caddesine dönerseniz yangın musluğu ile kafenin çardağı arasını geçince, sonrası fazla sorun olmaz.

Metrobüse gidecekseniz solda insan kalabalığı, direkler ve seyyar simitçi arasında ışığın yanmasını beklerken Ortaklara dönene arabalar üstünüze çamur sıçratır dikkat edin.

Yok otobüse binmek üzere Garaj sokağa doğru ilerlerseniz. tam karşınızda saçma bir yuvarlak ilan kümbeti ile Işığı aylardır yanmayan koca bir direğiniz yer alır. Burası da seyyar satıcıların cennetidir. Kestaneci dumanını tüttürür, yeni yer tutan bijutericiyi geçerseniz İstanbul kartında kontürü olmayan otobüs yolcularına 50 kuruş farkla akbil basan fındıkçı esnafından yardım alabilirsiniz.

Otobüs durakları ise iki küçük camekandan ibarettir. Yüzlerce insan YAĞMURDA; AÇIKTA, KARANLIKTA ve AYAKTA bekler durur. Teknosa, Halkbankası ve Finansbank'ın önü otopark olarak kullanılır. Sonrasında ise Mado ve bir başka simitçi kaldırım işgali için size vergi ödediklerinden büyük bir özgürlük içinde yayılmışlardır.

Karşı Meciyeköye geçmek isterseniz bunun için eski Likör Fabrikasının oraya kadar başka bir yaya geçidi olmadığından son şansınızı kullanmak üzere yaya geçidinin üstünde toplanmış insanlara karışırsınız. Kırmızı yanmadan karşıya ulaşmak için yol ilerlemediğinden geçit üstünde durmaktan çekinmeyen araçların arasında manevralar yapmak zorunda kalırsınız…

Sayın İlgili

Yazımı buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim. Sorunun çözümünün kolay olmadığını biliyorum. Bu yazımı üstlerinize okutmak nasıl mümkün olabilir?

Saygılar sunar kolaylıklar dilerim.
Bir İstanbullu
Hayri Bingeli
Sevgili Kardeşlerim

İlkokulda çok acayip bir öğretmenimiz vardı, bilirsiniz.

En baba dersi matematikti. Rakım - Nimet Çalapala'nın aritmetik soruları aklımı başımdan alırdı. O yaşına kadar trene binmemiş hatta belki de doğru dürüst bir havuz bile görmemiş bızdıklar olarak hiç teneffüs bile yapmadan durmadan matematik çalışırdık. Yıllar sonra Cem Yılmaz'ın güldürüleri sanki bizim sınıftan kaynaklanan birer öykü gibi gelmiştir bana.

Yazı diye bir dersimiz de başka bir alemdi. Tahtaya, tebeşire bulanmış bir ip yardımıyla birbirine eşit uzaklıkta üçer paralel çizgi çekilir "a, u" falan ortadaki iki satır arasına "k" üstten, "g" alttan iki satıra sığdırılmaya çalışılırdı. İçlerinde en görkemlisi ise "f" idi. Diğer bütün harflerin amiri gibi üç satırın arasına özenle kondurulurdu. Annemin dantel biçiminde muhafaza ördüğü garip şekilli mürekkep hokkasına batırdığım redis uçları ile yazmaya çalışır, eve masmavi boyanmış ellerimin yanı sıra leş gibi olmuş siyah önlükle dönerdim.

Resim dersi ise ayrı bir felaketti: saçma sapan kontrplak kapaklı, gözlere bölünmüş garip bir kutu içinde renkli toz boyalarım, yanında da bezir yağı şişem ve kesik uçlu fırçalarım vardı. Zeki'nin, Peri'nin resim yaptığı sınıfta benim yaptığım bulamaçlar moralimi bozardı. Yapıtlarımın birinin bile koridordaki tahtaya asıldığını hatırlamıyorum.

İlk sınıflarda "Sınıf Bilgisi" diye saman kağıdına basılı haftalık bir dergimiz vardı ki satın almak zorunluydu. Her hafta içinden püsküren "Melahat Uğurkan" şiirini ezberlemek farzdı. Taş kafam o şiirleri asla almaz, zavallı annem saatlerce uğraşır, satır satır yineletirdi. "Yanar söner deniz feneri..." Deniz feneri de neydi ki? Bu defa da bir kaynak kitap bulunur ansiklopedi mi, lugat mı her neyse araştırılır anlamların içerikleri doldurulurdu. Yüce "God" Google o zamanlar arz-ı endam etmemişti.

Aranızda "mişli geçmişin hikâyesi" fiil çekimini bir çırpıda yapacak olan varsa parmak kaldırsın!
Bileşik kelime sözlü olarak yapılan "Beşi bitirme" sınavımın sorularından biriydi. "Ankara" diye yanıt verdiğimde Mebrure Hanım aptal aptal suratıma bakmıştı. "Ne var öğretmenim AN ve KARA sözcükleri bileşik kelime değil mi?" diye sormuştum. Ukalalığımın mayası o yıllarda çalınmış demek ki...

Doğal olarak "Türkçe" derslerin anasıydı Naciye Öğretmen için. Ama derslerin en önemlisi olan "Tahrir" kelimesini yaşamım boyunca bir daha duymadım desem yalan olmaz. Eğitim sistemimiz daha sonra Türkçeleştirildi ve orta öğretimde tahrire "kompozisyon" demeye başladık. Derdimi yazılı anlatmanın önemini öğretmenimiz sayesinde kavradım. Yazar olamadım, okullarda da işime yaramadı ama çoook mektup yazdım. Gerisini, nedenini sormayın öyle gerekti diyelim...

Fen diye bir dersimiz vardı;
Bir kaç deney aletini nasıl edindiğini bir Allah bir de kendisi bildiğinden olacak; derse son sınıfta Müdür Mustafa Bey girerdi. Gravzant halkası ile bileşik kaplardaki renkli sular çok dikkatimi çekmiş olmalı ki ısınınca deliğine girmeyen o sarkaç biçimli top hala gözümün önünde...

Müzik konusundaki üstün eğitim yeteneğine hala şaşarım öğretmenimin. Üstün yetenekli çocuklarını arasıra onurlandırır onlara fırsatlar verirdi. Nilüfer kardeşimiz "Boğaziçi şen gönüller otağı"nı 26 HaluK "Cam kesti" diye bir saçmalığı ara sıra söylemek zorunda kalırdı. Ama en heyecan verici olanı Ziya'nın viyolonsel resitali idi. Öyle ya o Ahmet Rasim'in torunu, Osman Nihat Akın'ın yeğeni idi. Yıllar sonra kendisinin Dişhekimi tabelasını görünce çok şaşırmıştım. Onun mutlaka müzik eğitimi alacağına şartlanmışım demek ki çocukluğumda.

Şu işe bakın ki o eksiği de Fulya'cığım gidermiş. Aramızdan bir müzisyen çıkmasaydı bayağı eksik kalırdık.

Eksik deyince Asuman Kardeşime bir borcum var: Yazımda Erdal, Sait ne Nilüfer'in adı geçiyor ve ben Asuman'ı eklemeyi unutmuşum. Ben olsam alınırdım. Kusura bakmasın, Cumartesi selamını aktardım Salı günü adını yazmadım. Yalnız bu işler selam göndermekle olmuyor. Bir daha ki sefere mutlaka o da gelmeli. Hatta bize ayırabileceği zamanı bildirirse biz ona uyarız. Koparmasın zincirimizi.

Bana kalırsa Naciye öğretmen de, Müdür bey de, adı geçen - geçmeyen tüm öğretmenlerimiz de müthiş insanlardı. Kendilerini minnet duygularımla anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

Hepinize sevgiler.
Görüşmek dileği ile...
HYR